The StoryTelling Animal: How Stories Make Us Human kitabını okurken aldığım notları buraya da yazayım dedim.
Yazmamı engellemesin diye en azından şimdilik alıntıları Türkçeye çevirmedim.
We are, as a species, addicted to story. Even when the body goes to sleep, the mind stays up all night, telling itself stories.
Girişi hikaye anlatımının bizim için ne kadar önemli olduğunu göstererek yapmış. Uyku da durmadan kendimize hikaye anlatıyoruz.
Like Tom Sawyer whitewashing the fence, authors trick readers into doing most of the imaginative work. Reading is often seen as a passive act: we lie back and let writers pipe joy into our brains. But this is wrong. When we experience a story, our minds are churning, working hard.
Hikayeyi okurken pasif bir eylem yapmıyoruz. Hikayedeki karakterleri, mekanları beynimizde olabildiğince canlandırmaya çalışıyoruz.
The writer is not, then, an all-powerful architect of our reading experience. The writer guides the way we imagine but does not determine it. A film begins with a writer producing a screenplay. But it is the director who brings the screenplay to life, filling in most of the details. So it is with any story. A writer lays down words, but they are inert. They need a catalyst to come to life. The catalyst is the reader’s imagination.
Yazarın sadece temel bir takım elemanları anlattığını geriye kalan boşlukları bizim dolduruğumuz söylüyor. Bir bakıma kendi zihnimizdeki bir filmin yönetmeni oluyoruz.
O zaman hikaye yazılı değil de görsel ise bu etkinlikten mahrum kalıyoruz. Bunun bir olumsuz tarafı olsa da olumlu bir tarafı da olabilir mi? Başkasının dünyasına yolculuk (empati) gibi.
Clever scientific studies involving beepers and diaries suggest that an average daydream is about fourteen seconds long and that we have about two thousand of them per day. In other words, we spend about half of our waking hours—one-third of our lives on earth—spinning fantasies.
Gün içinde de dalıp farklı diyarla dalıyoruz. Beyin yalnızca gece değil gün boyunca da hikayeler uyduruyor. Yazarın dediğine göre bu süre uyanık olduğumuz sürenin yarısına tekabül ediyor.
Children don’t need to be tutored in story. We don’t need to bribe them to make stories like we bribe them to eat broccoli. For children, make-believe is as automatic and insuppressible as their dreams.
Hikaye sonradan öğrenilen bir yetenek olmadığı insanda doğuştan itibaren bulunduğu çocukların hayal dünyasına bakıldığında anlaşılabiliyor.
Fiction, like cocaine, is a drug. People may invent high-minded aesthetic (or evolutionary) justifications for their fiction habits, but story is just a drug we use to escape from the boredom and brutality of real life.
Gerçek hayatın stresli yapısından hikayelere kaçıyoruz tıpkı uyuşturucu kullanır gibi.
Children’s play is not escapist. It confronts the problems of the human condition head-on.
Ama bu hikayeler gerçekten de ne kadar güven verici. Hep mutlu mesut insanlar mı var bu hikayelerde. Yazar çocukların oyunlarının pek de böyle olmadığından bahsetmiş.
There is a yawning canyon between what is desirable in life (an uneventful trip to the grocery story) and what is desirable in fiction (a catastrophic trip). In this gap, I believe, lies an important clue to the evolutionary riddle of fiction.
Normal bir markete gidip alışveriş yapma hikayesi bize sıkıcı gelebilir. Bunun yerine yarın kitapta verdiği gibi bir kahramanının kızının kaybolması ve esrarengiz bir başka müşterinin varlığı hikayeyi daha ilginç kılacaktır. Bunun da bir nedeni olabilir.
Life is hard; Neverland is easy. When we watch reruns of Seinfeld or read a John Grisham novel, we take a short vacation from the pressures of reality. Life hounds us. We hide from it in fiction.
Hikaye dünyasını Peter Pan'ın Neverland'ine benzetiyor yazar. Hayattan kaçmak için sihirli Neverland'a kısa bir seyahat yapıyoruz.
Fiction may temporarily free us from our troubles, but it does so by ensnaring us in new sets of troubles—in imaginary worlds of struggle and stress and mortal woe.
Ama bu hikayeler hayattan daha az tehlikeli ve sorunlu değil.
As Charles Baxter puts it in another book about fiction, “Hell is story-friendly.”
Charles Baxter'a göre cehennem (sorunlar ve tehlikeler diyarı) tam bir hikaye cenneti.
According to evolutionary thinkers such as Brian Boyd, Steven Pinker, and Michelle Scalise Sugiyama, story is where people go to practice the key skills of human social life.
Hikayenin insan ilişkilerini uygulama alanı gibi kullanıldığı söylüyorlar.
In one study, they found that heavy fiction readers had better social skills—as measured by tests of social and empathic ability—than those who mainly read nonfiction. This was not, they discovered, because people who already had good social abilities naturally gravitated to fiction.
Kurgu okuyanlar ve okumayanlar ile yapılan bir çalışmada sosyal ve empatik testlerde kurgu okuyanların daha iyi sonuçlar verildiği görülmüş. Dediklerine göre bunun nedeni sosyal yetenekleri olanların kurguya yönelmeleri değilmiş. Yani kurgu okumanın sosyal yeteneği attırtığı iddia ediliyor.
Note that these findings are not self-evident. If anything, stereotypes of nerdy bookworms and introverted couch potatoes might lead us to expect that fiction degrades social abilities rather than improving them.
Bu pek de beklenen bir sonuç değil. Nerdler gibi olumsuz klişeler bize bunun tersini düşündürüyor.
Researchers conventionally define dreams as intense “sensorimotor hallucinations with a narrative structure.”
Rüyaların güzel bir bilimsel tanımı. Türkçeye nasıl çevirebilirim bilemedim. Sensorimotor duyu uyaranlarından doğan motor aktiveleri olarak tanımlanıyor. Bu aktivelerden doğan halisünasyonların beynin bir öykü yaratması olayı da rüya oluyor.
Freud was determined to find a primal scene to serve as the fountainhead of Pankeev’s symptoms. He made it materialize through a transparently arbitrary interpretation of a remembered dream of Pankeev’s from the suspiciously early age of four, about six or seven white wolves (actually dogs, as Freud was later compelled to admit) sitting in a tree outside his window. The wolves, Freud explained, were the parents; their whiteness meant bedclothes; their stillness meant the opposite, coital motion; their big tails signified, by the same indulgent logic, castration; daylight meant night; and all this could be traced most assuredly to a memory from age one of Pankeev’s mother and father copulating, doggy style, no fewer than three times in succession while he watched from the crib and soiled himself in horrified protest.
Bu alıntı da zamanını sarsan Freud'un bugün bakınca nasıl ağır sapık olduğunu gösteriyor. Bugün rüyaların altında böyle anlamlar aramanın doğru olmadığı söyleniyor.
“The Western literary tradition, it seems, has been dominated by a sorry collection of alcoholics, compulsive gamblers, manic-depressives, sexual predators, and various unfortunate combinations of two, three, or even all of the above.”
Antik Yunan'da Plato'dan beri hikayelerdeki ahlakdışı öğelerden şikayet atmış insanlar. Yazar daha sonra buna neden katılmadığını anlatmış.
These are representative examples of a pattern Gazzaniga and his colleagues exposed again and again in split-brain subjects. The left brain is a classic know-it-all; when it doesn’t know the answer to a question, it can’t bear to admit it. The left brain is a relentless explainer, and it would rather fabricate a story than leave something unexplained. Even in split-brain subjects, who are working with one-half of their brains tied behind their backs, these fabrications are so cunning that they are hard to detect except under laboratory conditions.
Beynin sol yarısının eylemleri anlamlı bir şekilde düzene sokmak isteyen bir yapısı olduğu söyleniyor. İki yarısı ayrı bireylerle yapılan deneylerde bu görülmüş. Sağ ve sol göze ayrı şeyler gösterilmiş ve ilgili nesneleri seçmeleri söylenmiş. Sağ ve sol el de iki ayrı beyin tarafından yönetildiği için gösterilen öğeler ile ilgili nesneler seçmiş. Ama insana sorulduğunda aynı zamanda konuşmadan da sorumlu olan sol taraf kendince bir mantıklı bir hikaye uydurmuş. Wikipedia sayfasında bu tip çalışmalar hakkında biraz bilgi var.
The storytelling mind is allergic to uncertainty, randomness, and coincidence. It is addicted to meaning. If the storytelling mind cannot find meaningful patterns in the world, it will try to impose them. In short, the storytelling mind is a factory that churns out true stories when it can, but will manufacture lies when it can’t.
Beynin rasgelelik ve raslantılardan hoşlanmadığı her şeyin anlamlı olduğu hikayeler oluşturmak istediğini söylüyor. Bunu yapmak için gerçek kanıtlar bulamazsa olmayan bağlantıları kurup gerçek olmayan öğeler ile bir anlatım oluşturuyor.
Conspiracy theories offer ultimate answers to a great mystery of the human condition: why are things so bad in the world?
Bunun bir sonucu bilimsel gelişmeler. İnsanlar doğa hakkında soruları soruyor ve cevapları bulmak için bilimsel deneyler ve araştırmalar yapıyor. Ama bazen bu merak komplo teorilerini doğuruyor. Dünyanın bu kadar kötü bir yer olmasını, ülkesinin gelişememesini masonlara, illüminatiye bağlıyor.
Throughout most of our history, we’ve taught myths. The myths tell us that not only are we the good guys, but we are the smartest, boldest, best guys that ever were.
Her ülke gençlerine iyi tarafın kendileri olduğunu anlatıyor. Olumsuz taraflarını hiç değinmiyor bile. Başarılar övünerek abartılırken, başarısızlıklar saman altı ediliyor. Tarihin karanlık sayfaları karanlık kalmaya devam ediyor.
In 1857, Gustave Flaubert was tried on the charge that Madame Bovary was an outrage against morality and religion. Flaubert’s lawyer successfully argued that although the novel depicts immoral acts, it is itself moral. Emma Bovary sins, and she suffers for it.
Flaubert Madam Bovary'nin ahlakdışı olduğunu reddetmiş. Ona göre Bovary günah işliyor ve cezasını çekiyor. Yazar bunun gibi örneklerle kurgunun bazen ahlakdışı öğeler barındırsa da genelde genel ahlak kurallarına uyduğunu söylüyor.
In Appel’s study, people who mainly watched drama and comedy on TV—as opposed to heavy viewers of news programs and documentaries—had substantially stronger “just-world” beliefs. Appel concludes that fiction, by constantly marinating our brains in the theme of poetic justice, may be partly responsible for the overly optimistic sense that the world is, on the whole, a just place. And yet the fact that we take this lesson to heart may be an important part of what makes human societies work.
Bir çalışmaya göre kurgu seyreden insanlar, haber programları belgesel seyreden insanlardan daha iyimser. Adil dünya inançları diğerlerinden daha güçlü.
Story, in other words, continues to fulfill its ancient function of binding society by reinforcing a set of common values and strengthening the ties of common culture.
Böylece kurgu genel ahlak ve adalet duyguları aşılayarak toplumun bu değerler etrafında toplanarak bağlarını kuvvetlendirmesini sağlıyor.
Hitler himself said that “whoever wants to understand National Socialist Germany must understand the works of Wagner.”
Bundan sonra hikayenin gücünden bahsediyor yazar. Buna sağlma bir örnek de Hitler. Hitler'in ideolojisini Richard Wagner'a dayandırdığını kendisi söylüyor.
In 1835, Edward Bulwer-Lytton wrote a novel called Rienzi. The young Richard Wagner was inspired by the novel and decided to base an opera on it. Bulwer-Lytton conjured people out of paper and ink. Wagner put those ink people onstage and told their story in song. Those songs changed Adolf Hitler and, through Hitler, the world.
Lytton'dan yazdığı bir kurgu hikaye ile Wagner'ın etkiliyor daha sonra Hitler'i bundan etkileniyor. Daha sonra bu etki ile edindiği görüşleri ile dünyayı etkiliyor. Eğer Wagner olmasa Hitler ideolojisini edinemez miydi bilmiyorum.
When we read nonfiction, we read with our shields up. We are critical and skeptical. But when we are absorbed in a story, we drop our intellectual guard. We are moved emotionally, and this seems to leave us defenseless.
Kitabın bence en önemli cümleleri bunlar. Kurgu olmayan bir kitabı okuduğumuzda temkinli okuyoruz. Okurken kritik yapıyoruz ve şüpheci davranıyoruz. Ama bir hikayeye dalıp gittiğimizde defansımız düşüyor. Duygusal bir biçimde dahil oluyoruz hikayeye. Fikirlerimizi değiştirmeye daha meyilli oluyoruz. Ben de bu kurgu olmayan kitabı okurken bu cümleyi şöyle bir tarttım. Bir yere kadar doğru olduğuna katılıyor olsam da şüphelerim var. Wagner Hitler'i hikaye yoluyla etkilemiş olabilir. Hitler koca bir ülkeyi kurgu olmayan konuşmaları ile nasıl etkiledi peki. Belki de o konuşmalarda geçen daha iyi bir ülke vaadi insanlara refah içerisinde yaşadıkları bir hikaye gibi geldi. Bu hayale inandılar. Hmm…
The signature flashbulb moment of our age is 9/11, which led to a bonanza of false-memory research. The research shows two things: that people are extremely sure of their 9/11 memories and that upward of 70 percent of us misremember key aspects of the attacks.
Burada da beynin yaşadıklarımızı nasıl kaydettiği ile ilgili. Amerikalıların %70'i 11 Eylül olaylarının ana hatlarını yanlış hatırlamışlar mesela.
Our memories are not precise records of what actually happened. They are reconstructions of what happened, and many of the details—small and large—are unreliable. Memory isn’t an outright fiction; it is merely a fictionalization.
Hafızamız yaşadıklarımız birebir kopyaları değil. Hatırladığımızda küçük ve büyük parçaları birleştirip bir bütün oluşturuyoruz. Hafızamız tamamıyla kurgu olmasa da kurgulaştırılmış bir gerçek hayat hikayesi gibiler. Yazar bir ara biyografilerdeki abartı ve uydurmalardan da bahsediyor. Gerçek hayatın monotonluğunu aşmak için böyle eklemeler yaptıklarını söylüyor. Bu cümle ile de kalan kısımların dahi kurgulaştırılmış bir tarafı olduğunu ima ediyor.
The real threat isn’t that story will fade out of human life in the future; it’s that story will take it over completely.
Kitap satışlarının azalmasını hikayenin sonu olarak görmenin yanlış olduğunu söylüyor yazar. İnsanlık yazıyı bulmadan önce de hikayeyi sözlü olarak aktarıyordu birbirine. Format değişse de hikaye arzusu değişmiyor diyor. Bugün televizyon ve giderek daha zengin hikayeler barındıran bilgisayar oyunlarından bahsediyor. TV'de şimdiye kadar olmadığı kadar olan programlar var diyor. Realite tv programları ile gerçek hayatı da kurgulaştırıdığımız söylüyor. Bunların bir tür zihinsel diyabet oluşturup oluşturmayacağını sorguluyor. Belki ileride zihin diyetleri de yapmak zorunda kalacak insanlık.